Kayıtlar

Satın Alınamayan Hayal

Resim
 Şimdi çayınızı alıp arkanıza yaslanın. Size gerçek hayattan alınan, film gibi bir bilim kurgu hikayesi anlatacağım. Adını da Yeşilçam filmlerindeki gibi klasik seçelim ki okuyanı bol olsun. Karşınızda: Satın Alınamayan Hayal! Olanları anlatabilmek için ilk iş bir soru sorayım, arkoloji kavramını duyan kaç kişiyiz? Hayır, arkeoloji değil, tam olarak “arkoloji”.  İlk kez İtalyalı Mimar Paolo Soleri’den duyduğumuz bu kelime bugün belki de bizlere çocukken izlediğimiz jetgiller’in müdanasız yaşamını vaat ediyordu. Bu konuda Jetgiller’i örnek veriyorum çünkü arkoloji’nin yakın zamanda kurulduğu yer tam da o çizgi filmdeki gibi, suların ve yeşilin hayli uzağında, gerçek dışı bir alanda... Mimari ve ekoloji kavramlarının birleşimiyle oluşan arkoloji yüksek nüfusa yönelik hizmet vermeyi amaçlayan, doğaya zarar vermeyen ve büyük, iç içe geçmiş yapılardan oluşan bir dizi tasarım ilkesini göz önüne alıyor. Bu projede teknoloji denince adı ilk seferde aklınıza gelen pek çok büyük ...

Alakasız Bir Albümde Alakasız Bir Şarkı

Resim
 Bugün “Alakasız Şarkılar” isimli bir albüm haberine rastladım internette. Yaşar Gaga’ya ait albümde Sezen Aksu ve Tarkan da bir düete imza atmış. “Allah” dedim içimden, “kulaklarım yaşadı” ve iştahla dinlemeye karar verdim. Fakat tam da o anda haberin devamını gördüm. Adı “Ceylan”dı şarkının… O vesikalık fotoğrafındaki kara gözleri, gözlerimizin önünden gitmeyen Ceylan Önkol. 12 yaşında Diyarbakır'da koyunlarını otlatırken havan mermisiyle öldürülen, parçalanan bedeni annesi tarafından toplanan çocuk…  O an bir dolu şey düşündüm içimden. Üzüldüm önce, yutkundum sessizce. Suçlu hissettim kendimi pek çok nedenden. Sonra “aferin be” dedim, “böyle iki büyük müzisyen, hem de Türkiye bu kadar tuhaf bir ortamdayken unutmamış Ceylan’ı. Biraz geç de olsa çok doğru hareket.” Sonra Youtube’da bir arama yapıp buldum şarkıyı. Ancak dinlerken itiraf etmeliyim çok büyük hayal kırıklığı yaşadım. Sözler için söyleyecek hiçbir şeyim yok, Sezen Aksu yazmış, ellerine sağlık. Fakat arkadaki ...

Sözümüz Var Goralı Yiyeceğiz!

Resim
          Dünyanın en sıkıcı pazartesilerinden birini daha yaşıyorduk. Sendromu bir kez daha atlatıp hevesle evlere dönerken gökyüzünden düşen ceviz büyüklüğündeki damlalar karşıladı bizleri. Hızlıca koşuşup şehrin olanca kalabalığı ile gitmek istediğimiz yerlere yöneldik. Kimi sadece ıslanmadan evine gitmeyi kolluyor kimi arkadaşını bekletmemek için acele ediyordu. Ben eve gitmek için Beşiktaş iskelesinde motora binenlerdendim. 5 dakikalık Üsküdar yolunda genellikle kimse kimseyle konuşmaz.  Kulaklığı olan müziğini dinler, merakı olan dedikodusunu aktarır, kitabı ve telefonu olan kafasını kucağına gömer ve yolcuların az bir kısımı da denize odaklanır. Fakat bugün, denizin üstünde seyrederken yağmur o kadar şiddetlendi ki herkes gözünü cama dikip denizle göğü ayıran çizgiyi bulmaya and içti. Nihayetinde az sonra ıslanacak olmanın verdiği tedirginlikle Üsküdar’a yaklaşırken motordan birinci inenlere verilecek ödülü kucaklamak üzere(!) ön sırada oturanlar...

Bu koku dünyayı tutacak...*

Resim
Ş imdi size kadifemsi dokunuşundan, hoş kokularından ve hülyalı hikayelerinden bahsederdim ama malum ki toprak kokan bir memlekette büyüdük biz. Parklara da diktik gülleri bahçelere de. Hele hıdırellez geldi mi, her sene, binbir umutla yumulduk altına. O küçücük ağaççıklardan diledik de diledik onlarca umudu. Çoğu da oldu üstelik! Olmadıkları da oldu elbette ama adettendir ya, hayırlısı dedik geçtik kenara. Benim size anlatmak istediğimse onun tarihi...  İngiliz tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşadığı Tudor diliminde hanedan soyu bu gül simgesini kullanıyordu.  A navatanı Anadolu, İran ve Çin olarak bilinen güller yüzyıllardır sevgililerin kalbinde, şairlerin de dizelerinde gezer. Sadece aşk ve sanatta mı? Britanya’daki İngiliz İşçi Partisi bizdeki yıldızın aksine kırmızı gülü taşır amblemine. Sosyalistler böylesine sahiplenmişken Türkiye siyasetine de tezahür etti elbette gül. Görüş olarak zıt kutuplarda yer alsalar da BBP ile BDP'yi de amblemlerindeki gül...

SORUN SİNEMADA MI SİYAD'DA MI?

 Öğrendiğimize göre Siyad üyeleri yıl boyunca gösterime giren 86 filmi incelemiş. Ancak 12 filmi çeşitli dallarda ödüle aday gösterebilmiş. Listeye bir bakıyoruz, aynı filmler neredeyse tüm dallara aday! Hani derler ya bir insan her konuda mükemmel olamaz diye. Bir film de her konuda mükemmel olamaz. Hadi diyelim ki bu yıl Türkiye'de üretilen filmlerden biri muhteşem oldu. Gerçekten de yapım senaryodan, oyunculuktan, müzikten, kurgudan, görüntüden en iyi şekilde nasibini almış ve tüm dallarda ödüle adaylık kazanmayı hak ediyor. Peki ya diğerleri?! Bu sene En İyi Film Ödülü için yarışan 5 filmi aklınızda tutun. Çünkü neredeyse diğer bütün ödül dallarında da bu beşinin adını göreceksiniz. 'Kelebeğin Rüyası' tam 9 dalda ödüle aday gösteriliyor. Bu kadarla kaldı mı dersiniz? 'Zerre' de tıpkı 'Kelebeğin Rüyası' gibi 9 dalda ödüle aday! Bunlar muhteşemmiş işte ve çok öne çıkmış, diğer adaylar bambaşka diye düşünebilirsiniz. Ama düşünmeyin! Çünkü bu iki ya...

Aksaray Malaklısı

Resim
Tarihi eserlerin bir bir yok olması hepimize dert olmuştu ki çok sevgili müze müdürlükleri çareyi doğadan yana bulmuş. Doğadan derken, müzeleri betondan kurtaracaklar, eserler açıkta olunca kimsenin çalası gelmeyecek gibi düşünceler dolaşmasın aklınıza. Bu yöntemin temelinde çağlar öncesinden kalma bir zihniyet var: Bekçi köpeği! (Aksaray Malaklısı)  Türkiye'deki müzelerin sıkıntısı çok... Mesela müzede var sanılan eser aslında bir bakılıyor ki orijinal değilmiş! Arkeologlar binbir zorlukla izin aldıkları bölgeyi kazarken bir sabah geliyorlar ki kazı alanını birileri daha eşelemiş! Bir de bunlara mucit halkımız ekleniyor tabii. Mesela bir eve bahçe duvarı gerekiyorsa onun taşı illa ki en yakın antik kentten karşılanacak. Camii yapılıyorsa o antik kentin taşları elbette ulvi amaçlar için de kullanılacak. Çünkü antik kent bol! Ve betonsever mucitler her yerde. Ama tüm bu hırsızlıklara elektronik sistemli, güvenlikli, kayıtlı bir çare düşünenler şu anda müze müdürlüklei içi...

Dalga Nereye Çarptı?

B azen enginlere sığmayacak kavgalar ediyoruz. Hatta çoğu zaman “ediveriyoruz”! Babayla, anneyle, bize belki de hiç kimsenin daha yakın olamayacağı kardeşimizle, soluduğumuz hayatla, arkadaşlarımız ve sevgilimizle… Üstelik nedensiz de olabiliyor bunlar! Her tartışmanın bir nedeni vardır illa ki ama neden o an, neden o sözlerle olduğunu çoğu zaman kimse kestiremiyor. Hatta tüm o cümleleri ağzından çıkaran siz bile bunların nedenini sorsalar cevaplayamazsınız. Yiğitliğe toz konduramama durumu da var tabii! Kavgaya başlayıp kırdığını, yanlış anlaşıldığını, kendini doğru ifade edemediğini ya da sıcacık sığ ve güvenli sulardan okyanusa sürüklendiğini fark etsen de bir kere attın o kulacı! Karayı bulana kadar pes etmek yok! Yeter ki korktu da döndü ya da ömrü aynı kıyıda geçti demesinler! Demesinler de bu denizler gittikçe derinleşirmiş, onu hiç söylemediler… Yorulurmuş insan en sevdiklerini incittiğinde… Ve kalbi kulaçlarının ağırlığını taşıyamayacağı kadar çok kırılırmış. Bunları da söyl...